Duygusal Miraslarımız: Nesiller Arası Bağlar ve Travmatik Deneyimlerin Aktarımı
- amaepsikoloji
- 28 Şub 2024
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 Nis 2024

Duygusal miraslarımız, çocukluktaki travmatik deneyimlerin ve ilişki dinamiklerinin nesiller arası geçişini inceleyen psikolojik araştırmalarda önemli bir konu olarak ele alınmaktadır. Fonagy'nin çalışmaları, çocukların ihtiyaçlarının karşılanmamasına tepki olarak benimsedikleri ilişkisel stratejilerin, çocukluk travması yaşamış bireylerde düzensiz bağlanma biçimini şekillendirdiğini göstermektedir. Fonagy'e göre, düzensiz bağlanmanın temelinde, bireyin travmatik deneyimlere karşı bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkan disosiyasyon bulunmaktadır. Bu, bireyin zihinsel bütünlüğünün, hafızasının veya kişiliğinin belli bir dereceye kadar ayrıştığı bir durumu ifade eder. Travmatik deneyimlere karşı baş etme çabasıyla ortaya çıkan bu savunma mekanizması, uzun vadede bireyin duygusal bağlantılarında zorlanmalara ve ilişkilerde güçlük yaşamasına neden olabilir. Bu bağlamda, terapi süreçleri, bireyin disosiyatif savunma mekanizmasının kökenlerini anlamak ve sağlıklı bağlanma ilişkileri kurma yolunda rehberlik etmek için önemlidir.
Örneğin, iç dünyalarında hala çözümlenmemiş kayıp ve travma deneyimleri ve komplike yas süreçleri olan ebeveynler, çocuklarının duygu ve deneyimlerinin kapsanması ve yatıştırılması ihtiyacı karşısında yoğun bir endişe ya da duyarsızlaşma yaşayabilmekte ve çocuğun iç dünyasında korkutucu olabilecek yanıtlar verebilmektedirler. Bu durum, ebeveynlerin kendi duygusal zorluklarını anlamakta zorlanmalarından kaynaklanabilir, bu da çocukların yoğun duygusal durumlarında onları anlama ve destekleme konusunda sınırlamalara neden olabilir. Psikanalitik literatürde "ikame çocuk" terimi, bir ailede önceki bir çocuğun kaybı veya ayrılığından sonra, ebeveynlerin bu kaybı telafi etmek amacıyla yeni bir çocuğa yoğun bir şekilde yatırım yapmalarını ifade eder. Bu durumda, yeni doğan çocuk, kaybedilen çocuğun yerine geçmiş gibi algılanabilir ve ailedeki rolü kaybedilen çocuğun boşluğunu doldurmak haline gelebilir. Ebeveynlerin çocuğu kaybedilenin yerine koymaları, yas sürecini atlatma ve acıyla başa çıkma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkabilir. Bu durum, ebeveynlerin kaybettikleri çocuğa yönelik duygusal bağlarını canlandırma ve hatta sanki bu kayıp hiç yaşanmamış gibi davranmaları gibi değerlendirilebilir. Ancak, bu durumun çocuğun kendi benliğini ve kimliğini oluşturmasını zorlaştırabileceği ve aynı zamanda aile dinamiklerini etkileyebileceği unutulmamalıdır.
Travmatize olmuş bireyleri, anlamını yitirdikleri bir dünyada sürgün yaşayan insanlar olarak düşünmek mümkündür. Bu durum, Winnicott'un ifadesiyle, varolagelmenin (going on being) bozulmasının, kişinin ilişkilere ve dünyanın güvenli bir yer oluşuna dair inancını sarsabileceğini vurgular. Bu bağlamda, ebeveynlerle bebekler arasındaki etkileşimlerin ne oranda düzenli veya düzensiz olduğu, çocuğu varoluşsal belirsizlikle baş başa bırakabilir. Bu bireyler, yaşamları boyunca temel bir boşluk veya anlamsızlık hissiyle mücadele edebilirler.
Bağlanma teorisi, erken dönemde bir bakımverenin güvenlik sağlama becerisinin, yetişkinlerin anlamlı ilişkilere dair bilişsel ve duygusal temsillerini şekillendireceğini öne sürer. Duygusal miraslarımızın anlaşılması, çocukluktaki travmaların ve ebeveyn-çocuk ilişkilerinin nesiller arası geçişinin karmaşıklığının psikanalitik ve bağlanma teorisi ile sıkı bir şekilde entegre edilmesini gerektirir. Bu yaklaşım, travmatik deneyimlerin aile ve bireysel hikayelerde isimsiz ve tanımsız bir şekilde tutulduğu, bu nedenle nesiller arası iletişimde zorluklara neden olan bir meseleyi vurgular. Bu duruma bir örnek olarak konuşulamayan, hatta çoğu zaman “unutulup” gitmiş aile sırlarının birkaç nesil sonra bir kişinin öyküsünde bir şekilde yer bulması gösterilebilir.
Travmatize olmuş ebeveynler, kendi belirsizlikleri ile başa çıkmakta zorlanırken, çocuklarının kendileriyle “aynılıklarını” vurgulama eğiliminde olabilir. Bu durum, ebeveynin kendi benliğinin belirsizliğiyle başa çıkma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Çocuğun benzersizliğini kabul etmekte zorlanan bir ebeveyn, çocuğun farklılıklarını reddedebilir veya bastırabilir. Anna Freud'un "agresörle özdeşleşme" kavramı da bu bağlamda önemlidir. Ebeveyn, kendi travmatik deneyimlerini çocuğuna aktararak, onu bir tehdit unsuru gibi görmeye ve bu tehdide uyum sağlamaya zorlayabilir. Bu durum, çocuğun kendi özgünlüğünden vazgeçerek, ebeveynin isteklerine uyum sağlamasıyla sonuçlanabilir. Winnicott'un sahte benlik (false self) kavramıyla açıkladığı bu durum, bireyin gerçek duygusal ihtiyaçlarını bastırarak, dış dünyada beklenen rolleri oynamak amacıyla oluşturduğu yapay bir benlik yapısını tanımlar. Sonuç olarak, psikanalitik perspektiften bakıldığında, ailelerin kendi gerçekleştiremediği arzuları çocuklarına yüklemesi, çocukların duygusal miraslarını şekillendirebilir ve nesiller arası geçişte belirgin etkiler bırakabilir. Bu durum, çocukların benzersiz kimliklerini oluşturmalarını zorlaştırabilir ve onları aileleriyle karmaşık bir ilişki içine sokabilir.
Ailelerin gerçekleştiremediği arzularını çocuklarına yüklemesi, psikanalitik bakış açısından incelendiğinde, çocuğun benlik gelişimi üzerinde derin etkiler bırakan bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bu durum, çocuğun kendi öz benliğini keşfetme ve ifade etme sürecini olumsuz yönde etkileyebilir, uzun vadede kişilik gelişimi ve ilişkilerde sorunlara neden olabilir. Freud'un "majesteleri bebeğim" olarak adlandırdığı ebeveynin çocuğa yönelik narsistik yatırımı, ailenin kendi tatmin edilememiş arzularını çocuklarına aktarma eğiliminde olduğunu gösterir. Çocuklarına böyle bir narsistik yatırımla yaklaşan ebeveynler kendi yaşamında gerçekleştiremediği hayaller, beklentiler ve hedefler, bilinçdışında biriktirilir ve bu içsel çatışmalar, çocuğa yönelik ebeveyn tutumlarına yansıyabilir.
Travmatik olsun ya da olmasın, aileler çocuklarına ilişkilerin ve dünyanın nasıl bir yer olduğunu modeller; bu, içsel sahnelerinde devamlı oynanacak olan oyunu belirler. Bu oyun, sonraki ilişkilerde ve kişinin dünyayla ilişkisini ve olup bitenleri anlamlandırmasında referans noktası olur. Tedirginlik veren ve tekinsiz olarak algılanan olaylar, terapide farklı bir biçimde canlandırılıp değiştirilebileceği gibi, güvenli ilişkilerin içinde bulunarak da kişinin repertuarına yeni bir senaryo eklenmiş olur. Bu, bireyin geçmiş deneyimleriyle yüzleşmesini ve daha sağlıklı ilişkiler kurmasını destekleyerek, kişisel gelişimine olumlu bir katkıda bulunabilir.
Yazar: Klinik Psk. Özlem Tanrısever
Referanslar
Anisfeld, L., & Richards, A. D. (2000). The replacement child. The Psychoanalytic Study
of the Child, 55(1), 301–318.
Brothers, D. (2013). Traumatic attachments: Intergenerational trauma, dissociation,
and the analytic relationship. International Journal of Psychoanalytic Self
Psychology, 9(1), 3–15. https://doi.org/10.1080/15551024.2014.857746
De Carli, P., Tagini, A., Sarracino, D., Santona, A., Bonalda, V., Cesari, P. E., & Parolin, L.
(2018). Like grandparents, like parents: Empirical evidence and psychoanalytic
thinking on the transmission of parenting styles. Bulletin of the Menninger Clinic,
82(1), 46–70. https://doi.org/10.1521/bumc_2017_81_11
Emotional Development. New York: International Universities Press.
Fonagy, P., & Target, M. (2002). Early intervention and the develop- ment of self-
regulation. Psychoanalytic Inquiry, 22, 307–335.
doi:10.1080/07351692209348990
Fonagy, P., Gergely, G., Jurist, G., & Target, M. (2002). Affect regula- tion,
mentalization, and the development of the self. New York, NY: Other Press.
Freud, A. (1936). The ego and the mechanisms of defense. New York, NY: International
Universities Press.
Liotti, G. (1992), Disorganized/disoriented attachment in the etiology of the
dissociative disorders. Dissoc., 5:196–204.
Winnicott, D. W. (1987). The maturational processes and the facilitating environment:
Studies in the theory of emotional development. The Hogarth Press.






Yorumlar